26 Şubat 2009 Perşembe

Amsterdam Uçak Faciası Raporu


Amsterdam' da düşen THY uçağını gören, havaalanının yakınlarında bulunan Zwanenburg'da yaşayan Jeroen Jonkers'in anlattıkları:


"Kaza olduğu sırada uçağın düştüğü yere yaklaşık 1 kilometre mesafedeydim ve sabah koşumu yapıyordum. Önce tuhaf bir ses duydum. Bulunduğumuz yer havaalanına yakın olduğundan uçakların seslerine de kulaklarımız aşina. Bu nedenle Türk Hava Yolları uçağının motor sesinin farklı olduğunu kolaylıkla ayırt edebildim. Sesin geldiği yere baktım ve bulunduğum mesafeden uçağın garip manevralar yaptığı gördüm.


Eski bir asker olduğum için bunun bir acil durum olduğunu anladım. Uçağın düştüğü yere koşmaya başladım ve yaklaşık 8-10 dakika sonra olay yerine ulaştım. Ben olay yerine giderken kurtarma ekipleri de yaklaşıyordu.


Ben vardığımda bazı yolcular uçaktan çıkmıştı. Benimle birlikte çevreden gelen yaklaşık 20 kadar kişi yolculara yardım etmeye başladık.


Hemen arkasından olay yerine ambülans, polis, itfaiye ve diğer kurtarma ekipleri gelmeye başladı. Kurtarma çalışmalarının tam operasyonel olmasının kalabalık yaratmamak amacıyla biz olay yerinden ayrıldık.

Şunu vurgulamak istiyorum ki Hollanda halkı olarak bizler kurtulan yolculara yardımcı olmak ve onlara ilkyardımda bulunmak için elimizden gelenin en iyisini yaptılar. TK 1951 sefer sayılı uçağın ekibinin birer kahraman olarak görülmesi gerekiyor. Uçağı o bölgeye indirmek pilotun birkaç saniye içerisinde vermesi gereken hayati bir karardı. Pilot uçağı indirirken acil durumlarda çarpmanın etkisini azaltmak için "hava freni" manevrası yaptı. Bu manevrayla iniş anında uçağın burnunu kaldırarak, hızı azaltmayı amaçlıyordu. Bu hareket, uçaktakilerin kurtulma şansını artırırken, pilotların ve kokpittekilerin ise kurtulma şanslarını düşürüyordu.

Türk pilotlar yalnızca uçaktakileri kurtarmış olmasından dolayı değil, uçağı yoğun trafiğin olduğu A9 karayolundan uzaklaştırıp boş alana indirerek yerdeki can kaybını da önlemesinden dolayı da birer kahramandır.

Olayda hayatını kaybedenlerin yakınlarına başsağlığı, kalanlara ise geçmiş olsun dileklerimi sunuyorum.

THY'de 1973'ten beri 844 ölü

Türk Havayolları uçaklarının 1973 yılından beri yaptığı kazalarda 844 kişi hayatını kaybetti.
En son olarak bir Türk Hava Yolu şirketi Diyarbakır'da iç hat seferi yaparken kaza yaptı. 2003 yılında meydana gelen bu kazada 75 kişi hayatını kaybetmişti.

ILKON'LA YILDA 100.000 TL KAZANMA FIRSATI İÇİN : 0(212) 328 0 328

Kırmızı başlığı tıklayın, yüksek kazanç sağlayacağınız online emlakçılıkla ilgili sitemizi inceleyin.

25 Şubat 2009 Çarşamba

İstanbul ''Modern Sanat''a Koşuyor


SAFKAN YANSIMALAR

İstanbul Modern Sanat Müzesi Fotoğraf Galerisi’nin yeni sergisi "Safkan Yansımalar"da Peter Müller Peter , 12. Yüzyıl’dan bu yana Avrupa saraylarında rastlanan Yeguada de la Cartuja atlarını yepyeni bir yorumla sunuyor. Peter Müller Peter , ünlü Avrupalı ressamların tablolarında da resmedilen bu atın, yine bu ünlü tablolarla birlikte fotoğraflarını çekerek çarpıcı öyküler yaratıyor. Küratörlüğünü Engin Özendes’in üstlendiği sergide, 40 adet fotoğrafla birlikte, çekimlerde her biri birer yerleştirme gibi kurgulanarak kullanılan alanları yansıtan 6 fotoğraf da ışıklı kutularda gösterilecek.

Engin Özendes, Peter Müller Peter’in iki farklı sanat alanını birbiriyle uyumlu ve estetik bir biçimde yoğurarak, yeni yaratılar ve yeni sunumlar getirdiğini belirtiyor:
"Sanatsal gücünü kanıtlamış eserlerin önünde duran, edebiyatın, güzel sanatların en estetik canlısı at, bu olağanüstü arka planlarla yepyeni bir düzenleme içinde gelir önümüze.

Fotoğraf öncelikle bir dildir. Peter Müller Peter’in bu fotoğraflardaki zengin dilini, çağdaş yorumu ile kurgu, oran, ışık, perspektif ve ayrıntılardaki başarısı oluşturmaktadır.

Zamanların, mekânların iç içe geçtiği ve hiçbiri diğerini yadsımayan yepyeni görsellere dönüştüğü bu usta çalışmalar, Safkan Yansımalar’ı gözler önüne sermektedir."
Latin Amerika edebiyatının yaşayan ustalarından ve günümüzün çokyönlü kültür insanlarından Perulu yazar Mario Vargas Llosa, sergi kataloğunda yer alan yazısında, fotoğrafların büyüleyici görüntüleriyle Endülüs Atı’na dikkat çektiğine değiniyor. Llosa, aynı zamanda Müller’in çalışmasının atın insanla aynı düzeyde bütünleşebilen tek hayvan olduğunu gösterdiğini de vurguluyor: "Peter Müller Peter’in ustaca düşünülmüş bu kompozisyonlarda poz vermeye ikna ettiği son derece güzel Endülüs Atları, Rubens’in, Velázquez’in, Goya’nın, Macke’nin ve Carpaccio’nun eserleri arasında, dikkatli ve duyarlı varlıklar gibi rahatlıkla dolaşıyor. Kulaklarını dikmiş, fal taşı gibi açılmış zeki gözlerle tuvallere ve fresklere bakıyor ya da dört dörtlük gözbağı ustaları gibi resimdeki yerlerini alıyorlar. Asla kırıp dökmüyorlar, fotoğrafçının kurduğu oldukça hassas dekorlar ve zarif nesneler arasında gereksiz bir fazlalık değiller. Tam tersine, orada bulunmaları gerektiği, resimlerin tamamlanmak için onları beklediği iddia edilebilir."

Modern Dünya'da sizde kendinize iyi bir yer seçin ve
ILKON'un size sunduğu Online Emlakçılık fırsatını kaçırmayın. Yıllık 100.000 TL kazanç sağlayabileceğiniz bir işiniz olsun istemez misiniz?

Bilgi için : Linklerimizi tıklayın veya 0(212) 328 0 328 numaradan bizi arayın.

23 Şubat 2009 Pazartesi

Bireyi Yok Eden Makine : Televizyon

İnsanın Endüstriyel Ölümü

Kültür endüstrileri, özellikle de televizyon bireyi yok eden makinelerdir. Yüz milyonlarca televizyon seyircisi her gün, aynı saatte, aynı görsel-işitsel tüketim davranışını yineledikleri takdirde, bilinçleri sonunda aynı kimsenin bilinci olmaktadır:Yani hiç kimsenin...

Mustafa MICIK ( LE MONDE diplomatique- Bernard STIEGLER) Son otuz-kırk yıldır, siyasi ve felsefi düşüncelerin büyük bir bölümünü aldatan bir masal dolaşıyor ortalıkta.

1968’den sonra anlatılmaya başlayan bu masal, bizim artık ”boş zaman”, toplumsal yapılarda “serbestlik” ve “esneklik” çağına, kısacası eğlence ve bireyselcilik toplumuna girdiğimize inandırmaya çalışıyor bizi. Sanayi sonrası toplum adıyla kuramsallaştırılan bu masal, özellikle “postmodern” felsefeyi etkileyip zayıflattı. Sanayi çağının çalışan ve tüketen kitlelerinin çağından orta sınıfların çağına geçtiğimizi iddia ederek, sosyal demokratları geniş ölçüde etkileyen, proletaryanın yok olacağı öngörülüyor.

Eldeki rakamlara göre, proletarya önemini korumakla kalmadı, memurlar da büyük ölçüde proleterleştiğinden (kendilerini mesleki bilgi ve inisiyatiflerden yoksun bırakan bir düzenin köleleri olarak) , daha da büyüdü. Orta sınıflar ise yoksullaştı. Boş zamanların – her türlü zorlayıcı unsurdan uzak, “mutlak bir özgürlük” anlamında- artmasından söz etmenin hiçbir gerçekliği yok, çünkü boş zamanların işlevi bireyin zamanını özgürleştirmek değil, şahsiyetini iyice yok ederek onu denetim altına alarak ve yeni bir gönüllü kölelik yaratıyor. Kültür sanayileri ve programlar tarafından üretilen ve örgütlenen bu araçlar denetim toplumunu oluşturur. Bu denetim toplumları, yaşam tarzlarının her parçasını üreten ve “marketing kavramları” (bir bireyin yaşam süresinin -gerçek değeri bireysellikten ve özgünlükten kurtulmuş bir yaşam süresi- ekonomik açıdan hesaplanabilir değerini belirten yaşam süresi değeri kavramı gibi) aracılığıyla yaşamları standartlaştıran servisleri ve kültür kapitalizmini geliştirdi.

Sanayi sonrası denilen toplum, süper sanayi toplumu olarak genel özelliği olan bireyciliğin egemenliği olmaktan öte, genel bir bireysellik kaybı ve davranışların çoğunluğa uygun karakterinin egemenliği şeklinde ortaya çıktı.

Gilbert Simendon’ un ortaya attığı bireyselliğin kaybı kavramı, 19. yüzyılda alet-makine boyunduruğu altındaki işçinin başına gelen durumu açıklıyordu: İşçi yetenek ve becerisini, dolayısıyla bireyselliğini yitirir ve böylece proleter koşullarına indirgenmiş olur. Şimdiyse, arzularının yapay üretimi ve biçimlendirilmesiyle davranışlarında standartlaşmış olan tüketicidir: Davranış bilgisini, yani yaşam olanaklarını yitirir. Bunların yerini, Mallarme’ nin
Son Moda da irdelediği gibi, moda markalara dönüşmüş normlar alır. Marketing aracılığıyla “akla yatkın bir biçimde” desteklenmiş olan bu markalar, ticaretlerin işleyişini yönlendiren ve kontratların bozulabileceği, hatta haklarında dava açılabileceği tehdidiyle, imtiyaz sahiplerinin harfiyen uymak zorunda olduğu kanun kitaplarına benzer.

1930 yılında Freud, sanayi teknolojileriyle donanmış olmasına ve “adeta bir Tanrıya benzemesine rağmen, bugünün insanı kendini mutlu hissetmiyor” diyordu. Süper sanayi toplumu, insanların gerçekten de bu duruma getirerek, onları bireysellikten yoksun bırakarak, varoluş sıkıntısı ve gelişim sıkıntısı çeken insanlardan oluşan bir sürüye çeviriyor. Bu insanlık dışı sürülerin öfkelenme eğilim giderek artacak. Freud 1920’li yıllarda, Kitlelerin Psikolojisi ve Ben’ in Analizi adlı yapıtında, Haz İlkesinin Ötesinde ‘de keşfedilmiş ölüm dürtüsüyle, yeniden sürü durumuna dönmek isteyen bu kitlelerin analizini yapıyordu. On yıl sonra, totalitarizm, nazizm ve antisemitizm Avrupa’ya yayılırken, Uygarlığın Huzursuzluluğu’nda bunu yeniden ele alıyordu.

Freud fotoğraf, gramofon ve telefondan bahsetse de, radyodan ve daha da tuhafı Mussolini ve Stalin, daha sonra Hitler tarafından kullanılan ve Amerikalı bir senatörün 1912’de Trade follows films dediği şu sinemadan söz etmez. Nazilerin Nisan 1935’ten itibaren genel yayın denemesi yaptığı televizyon da aklına gelmiyordu büyük olasılıkla. Aynı dönemde, Walter Benjamin “kitle narsisizmi” dediği şeyi çözümler: Bu medyaların totaliter güçler tarafından denetim altına alınması. Ama öyle görünüyor ki o da, doğmakta olan kültür sanayilerinin demokratik olanlar da dahil, bütün ülkelerdeki işlevsel boyutunu hesaplayamadı. Buna karşılık, Freud’un yeğeni Edward Bernays bunları kuramsallaştırdı. Dayısının libidinal ekonomi dediği şeyin muazzam denetim olanaklarından yararlanır. Ve 1930’a doğru, Philip Morris sigaraları üreticisinin hizmetine sunduğu, bilinçdışı teorilerinden esinlenilmiş ikna teknikleri olan halkla ilişkileri geliştirir. Ama Freud, Amerika’da o sırada neler olup bittiğiyle ilgilenmedi. O, bu konuda sadece ilginç bir açıklamada bulunarak ve kendini şunları söylemek zorunda hissetti: “Lider karakterli bazı şahsiyetler, bir kitlenin oluşumunda üstlerine düşen bu önemli rolü oynamayı (...) başaramadığı zaman, “ kitlesel psikolojik çöküntü” diyebileceğimiz ve özellikle bir toplumun bireylerinin birbirleriyle özdeşleşmesiyle ortaya çıkan özel bir durumun getirdiği tehlikeyi de düşünmek gerekir.” Ve daha sonra şunu ileri sürdü: “ Amerika’nın bugünkü durumu, uygarlığa verilmiş bu korkunç zararı incelemek için büyük bir fırsattır. Amerikan yöntemlerinden yararlanmak istiyormuş gibi görünmek istemeden, Amerikan uygarlığının eleştirisine girişme isteğine karşı koyamıyorum.”

1910’lu yıllarda, Karl Krauss’ la birlikte ortaya çıkan medya eleştirisinin ötesinde, kültür sanayilerinin işleyişinin gerçekten çözümlenebilmesi için, Theodor W. Adorno ve Max Horkheimer’ in “ Amerikan yaşam tarzı”nı ifşa etmesini beklemek gerekti.

Çözümleri yetersiz kalsa da, kültür sanayilerinin, işlevi yaşam biçimlerini kitleselleştirerek tüketim davranışları üretmekten ibaret olan küçük sanayilerle birlikte bir sistem oluşturmaktı. Şu halde, söz konusu olan, ekonomik etkinlikle sürekli yenilenen ve tüketicilerin kendiliğinden ihtiyaç duymadığı ürünlerin piyasaya sürülmesini sağlandı. Bu da, yerleşik bir aşırı üretim ve dolayısıyla da, baş edilmesi tüm sistemin gözden geçirilmesi dışında ancak Adorno ve Horkheimer’ e göre barbarlığın kendisini oluşturan şeyin gelişmesiyle mümkün olabilecek ekonomik kriz tehlikesini doğurur.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, “halkla ilişkiler” teorisinin yerini, barış zamanında oluşan üretim fazlasını (tahminen yüzde 40) tüketmeye yönelik “ devindirici güçler araştırması” aldı. 1955’te, bir reklam ajansı Kuzey Amerika’nın büyüklüğünün nedenleri konusunda şu görüşü dile getirdi: “İhtiyaç ve arzu yaratmak, eski ve demode olan her şeye karşı nefret duygusu yaratmak”: Zevklerin gelişmesi, şu halde nefret ve tiksintinin gelişmesini de gerekli kılar ve bu da sonunda zevkin kendisini etkiler. Her şey, özellikle sanayicilerin Amerikalıları fabrikalarının ürettiği şeyleri satın almaya iterken karşılaştıkları zorlukları aşmak amacıyla, “bilinçaltına” başvurur.

Fransa’da, 19. yüzyıldan itibaren, resmi makamlar yaşam biçimlerini altüst eden sanayi ürünlerinin kabul edilmesini destekliyor ve bu altüst oluşların yol açtığı direnişlerle mücadele ediyordu: Sözgelimi Emile de Girardin tarafından “reklam”ın ve Louis Havas tarafından enformasyonu yaratılması. Ama geçici sanayi nesnelerinin gelişmesi için kültür sanayilerinin (sinema ve plak), özellikle de programların (radyo ve televizyon) ortaya çıkmasını beklemek gerecekti. Bunlar kitlesel davranışlara dönüşmüş bireysel davranışların bir iç denetimine izin verecekti.

Bu durum, süper sanayi dünyasında, tüketicinin zorlanımlı ve taklide dayalı davranışını tüm insan etkinliklerine yayan “boş zaman” etkinliği için de geçerli olup: Her şey tüketilebilir olmalıdır deterjanlar ve çikletler kadar, eğitim kültür ve sağlık da. Ama bu noktaya ulaşmak için bırakılması gereken izlenim, sadece yoksunluklara, gözden düşmelere, yok etme eğilimlerine yol açabilir. Televizyonun karşısında yalnızken bireysel olarak yalnız olduğunuzu düşünebilirsiniz: Ama asıl gerçek şu ki biz, aynı programı izleyen yüz binlerce seyircinin yaptığını yapıyoruz.
Sanayi etkinlikleri dünya çapında olduğundan, dünya çapında ekonomileri hayata geçirmek ve dolayısıyla, ileri teknolojilerle, davranışları denetlemek ve homojenleştirmek isterler: Program sanayileri, satın aldıkları, izleyicilerini oluşturan bilinçlerin zamanını almak için yayınladıkları ve reklamcılara sattıkları geçici nesneler aracılığıyla bu işi üstlenirler.

Özel radyonun doğuşu (1920) ve daha sonra ilk televizyon programlarıyla birlikte (1947), program sanayileri, akış süreleri içinde, nesneleri oldukları bilinçlerin zamanının akıp gidişiyle çakışan geçici nesneler üretir. Bu çakışma, bilince bu geçici nesnelerin süresini kabul etme olanağı verir. Çağdaş kültür sanayileri, böylece seyirci kitlesine diş macunu, soda, ayakkabı, otomobil vb. tüketimini kabul ettirebilir. Kültür sanayisi neredeyse sadece böyle finanse eder kendini.

On milyonlarca, hatta yüz milyonlarca televizyon seyircisi, aynı anda, aynı canlı yayını seyrettiğinde, bütün dünya bilinçleri aynı geçici nesneleri içselleştirirler. Ve her şey onları buna ittiğinden, her gün, aynı saatte ve çok düzenli biçimde aynı görsel-işitsel tüketim davranışlarını yineledikleri taktirde, bu “bilinçler” sonunda aynı kimsenin bilinci olurlar yani hiç kimsenin.

Program sanayileri, tersine, programlar tarafından oluşturulmuş birey öncesi özelliğin özel olarak sahiplenilmesini olanaksız kılan bir süper eşzamanlılıkla artzamanlılığı karşı karşıya getirme eğilimindedir. 20. yüzyıl, üretim ve yatırım denetimi için hesap ve enformasyon teknolojileri, tüketim ve toplumsal davranışların denetimi için de iletişim teknolojileriyle, üretim ve tüketim koşullarını iyileştirdi. Bugün bu iki alan birleşti. Bu kez büyük tuzak, “boş zaman toplumu” değil, bireysel ihtiyaçların “kişiselleştirilmesi” oldu. Bilişsel teknolojiler, Pavlov ve Freud’a başvurarak, kurnazca bir koşullandırmaya izin verir. Örneğin, bir kitabın okurlarını, aynı kitabın diğer okurları tarafından okunmuş öteki kitapları okumaya teşvik eden servisler. Ya da en fazla başvurulan referansları ön plana çıkaran, dolayısıyla onlara başvurmasını kolaylaştıran ve son derece gelişmiş bir değerlendirme aracı olan arama motorları. Bundan böyle, aynı sayısal makineler, aynı normlar ve standartlarla, uzaktan kumanda edilen esnek atölyelerin programlanabilir makinelerin üretim sürecini yönettikleri gibi tüketimi de düzenlerler. Nietzsche ‘nin dediği gibi sanayi demokrasisi ancak bir sürü toplumu yaratabilir. Kapitalin, davranışları kitleselleştirmesi ölçüsünde, arzuları da kitleselleştirdiği ve bireyleri sürüleştirdiği görülüyor.

Sizde rahat bir çalışma ortamı için, ILKON'un fark yaratan Online Emlakçılık fırsatını kaçırmayın, kendi işinizi dilediğiniz her yerden yürütün. Sevdiklerinize daha çok zaman ayırın, çünkü dünyaya bir kere geliyorsunuz.

Detaylı bilgi için :0 (212) 328 0 328

19 Şubat 2009 Perşembe

İstanbul’da modern ve tarihi tasarımların birleşimi

İstanbul’da modern ve tarihi tasarımların birleşimi


On beş yıllık zaman dilimi içinde, Türkiye’yi uluslararası arenada yeniden konumlandırmaya öncülük edecek olan, İstanbul’un tamamen modern bir şehre dönüşmesini hayretle izliyor mu olacağız yoksa “anı yaşamak” için fırsatı kaçıracak mıyız?
Bu harika şehrin gelişmesi için tarihte bir dönüm noktasındayız ve bugünkü neslin önceki nesillerden kalanları koruyup, aynı zamanda özel girişimler ve merkezi planlama sayesinde şehri ileri götürüp götüremeyeceği de muallakta.
Bugünlerde, gelecek yıllarda şehrin şeklini etkileyecek olan önemli değişiklikler gerçekleşiyor.


İstanbul'da Emlakçılık yapmak için tıklayınız.